Beynin gizli hayatı/Mütiş sihir 1-nji bölüm
1949 yılında Arthur Alberts, New York’un Yonkers kentindeki evinden yola
çıkıp Batı Afrika’nın Altın Kıyısı ve Timbuktu arasındaki köylerine seyahat etti:
beraberinde karısı, fotoğraf makinesi, cipi ve –müzik tutkusuna bağlı olarak da–
gücünü cipten alan bir ses kayıt cihazı... Batı dünyasının kulaklarını açmak
niyetiyle kaydettiği müzik, Afrika’dan o güne kadar çıkmış en önemli
müziklerin bir bölümünü oluşturuyordu.
1 Ancak kayıt cihazını kullanırken,
toplumsal nitelikli bazı sıkıntılar da yaşadı. Batı Afrikalı yerlilerden biri,
cihazdan kendi sesinin çıktığını duyunca Alberts’ı “dilini çalmak”la suçladı.
Alberts, bulduğu bir aynayla adamı dilinin yerinde durduğuna ikna ederek,
dayak yemekten kıl payı kurtulabildi.
Yerlilerin kayıt cihazını neden böylesine akla aykırı bulduğunu anlamak çok
zor değil. Sesler gelip geçici ve tanımsız gibidir; tıpkı rüzgâra bırakılmış ve
yeniden toplanması olanaksız bir çuval dolusu kuş tüyü gibi. Seslerin ağırlığı ve
kokusu yoktur, onları elinizle tutamazsınız.Bu nedenle, sesin gerçekten de fiziksel bir olgu olması şaşırtıcıdır. Havadaki
moleküllerin oluşturduğu belli belirsiz basınçları ölçebilecek kadar duyarlı
küçük bir cihaz geliştirirseniz, cihazın algıladıklarını kaydedip daha sonra da
yoğunluk farklarını yeniden üretebilirsiniz. Bu cihazlara mikrofon adını
veriyoruz; gezegendeki milyarlarca radyonun her biri ise bir zamanlar yeniden
yakalanması olanaksız olduğu düşünülen tüy çuvallarını gururla sunuyor bizlere.
Alberts müziği kayıt cihazından dinlettiğinde, Batı Afrikalı yerlilerden biri, tanık
olduklarını “müthiş bir sihir” olarak betimlemişti.
Aynı şey düşünceler için de geçerlidir. Düşünce tam olarak nedir? Ağırlığı yok
gibidir; gelip geçici ve tanımsız olduğu hissini verir. Bir düşüncenin şekli,
kokusu olduğunu söyleyemediğiniz gibi, onu fiziksel olarak da zapt
edemezsiniz. Düşünce de bir tür müthiş sihir gibidir.
Ama tıpkı sesler gibi düşünceler de fiziksel bir temele oturur. Beyinde
gerçekleşen değişimlerin düşüncelerimizi de değiştirebilmesinden biliriz bunu.
Derin uyku sırasında düşünce de yoktur. Beyin rüya uykusuna geçiş yaptığında
davetsiz ve tuhaf düşünceler kendini gösterir. Gün içindeyse insanların alkol,
uyuşturucu, sigara, kahve ya da bedensel egzersizler aracılığıyla beynin
kimyasal karışımlarını hevesle değişime uğrattığı bildik, kabullenilmiş
düşünceler baskındır. Sonuçta fiziksel malzemenin durumu, düşüncenin de
durumunu belirleyen etkendir.
Bu fiziksel malzeme, normal düşünme sürecinin devamı için olmazsa olmaz
konumundadır. Serçe parmağınız kazara zarar görecek olsa, biraz keyfiniz kaçar
belki ama bilinç durumunuz her zamankinden farksızdır. Aksine, aynı
boyutlardaki bir beyin dokusu parçasının hasara uğraması müziği anlama,
hayvanları adlandırma, renkleri görme, riskleri değerlendirme, karar verme,
vücut içinden gelen sinyalleri okuma, ayna kavramını anlama kapasitenizi etkiler
ya da altta işleyen mekanizmanın gizemli ve örtülü işleyişini gözler önüne seren
yüzlerce başka tuhaf kusur ortaya çıkarır. Umutlarımız, düşlerimiz, büyük
hedeflerimiz, korkularımız, gülünç güdülerimiz, yüce fikirlerimiz, fetişlerimiz,
mizah anlayışımız ve arzularımızın tümü bu tuhaf organın çıktılarıdır; beyin
değiştiğinde biz de değişiriz. Bu nedenle düşüncelerin fiziksel temeli olmadığı,
rüzgârda uçuşan tüylerden pek de farklı sayılamayacakları sezgisine kapılmak
kolay olsa da, düşünceler aslında bu esrarengiz, bir buçuk kiloluk görev kontrol
merkezinin bütünlüğüne doğrudan bağımlıdır.
Kendi devrelerimiz üzerine çalışırken öğrendiğimiz ilk şey, basit bir derstir:
Yaptıklarımızın, düşündüklerimizin, hissettiklerimizin çoğu bilincimizin
kontrolü dışındadır. Geniş nöron ormanlarından her biri kendi programınıkendisi yürütür. Bilinçli durumdaki siz, yani sabah uyandığınızda sizinle birlikte
uyanan ben, beyninizde olup bitenlerin dışarı sızan en küçük parçasıdır aslında.
İçsel yaşamımızın varlığı için beynin işleyişine bağımlı olduğumuz halde, beyin
kendi gösterisine kendisi karar verir; yürüttüğü etkinliklerin çoğu da bilinçli
zihnin güvenlik yetki alanı dışında çalışmaktadır. Sözünü ettiğimiz ben’in bu
bölgeye giriş hakkı yoktur bile.
Bilinciniz, koca bir transatlantik buhar gemisinde yolculuk yapan ama kıyıda
köşede kalmış bir kaçak yolcudan farksızdır; yolculuktan nasiplenmiştir ama
derinlerde işlemekte olan o heybetli mühendislik gözüne görünmez bile. Bu
kitap, işte bu şaşılası olguyla ilgilidir: Bu işleyişi nasıl bilebildiğimiz, taşıdığı
anlam ve aklınıza gelebilecek her şey –insanlar, pazarlar, gizler, striptizciler,
emeklilik hesapları, suçlular, sanatçılar, Odysseia, sarhoşlar, inme vakaları,
kumarbazlar, sporcular, tazılar, ırkçılar, aşıklar ve kendinize ait olduğunu öne
sürebileceğiniz bütün kararlarınız– üzerine getirdiği açıklamaları içerir.
çıkıp Batı Afrika’nın Altın Kıyısı ve Timbuktu arasındaki köylerine seyahat etti:
beraberinde karısı, fotoğraf makinesi, cipi ve –müzik tutkusuna bağlı olarak da–
gücünü cipten alan bir ses kayıt cihazı... Batı dünyasının kulaklarını açmak
niyetiyle kaydettiği müzik, Afrika’dan o güne kadar çıkmış en önemli
müziklerin bir bölümünü oluşturuyordu.
1 Ancak kayıt cihazını kullanırken,
toplumsal nitelikli bazı sıkıntılar da yaşadı. Batı Afrikalı yerlilerden biri,
cihazdan kendi sesinin çıktığını duyunca Alberts’ı “dilini çalmak”la suçladı.
Alberts, bulduğu bir aynayla adamı dilinin yerinde durduğuna ikna ederek,
dayak yemekten kıl payı kurtulabildi.
Yerlilerin kayıt cihazını neden böylesine akla aykırı bulduğunu anlamak çok
zor değil. Sesler gelip geçici ve tanımsız gibidir; tıpkı rüzgâra bırakılmış ve
yeniden toplanması olanaksız bir çuval dolusu kuş tüyü gibi. Seslerin ağırlığı ve
kokusu yoktur, onları elinizle tutamazsınız.Bu nedenle, sesin gerçekten de fiziksel bir olgu olması şaşırtıcıdır. Havadaki
moleküllerin oluşturduğu belli belirsiz basınçları ölçebilecek kadar duyarlı
küçük bir cihaz geliştirirseniz, cihazın algıladıklarını kaydedip daha sonra da
yoğunluk farklarını yeniden üretebilirsiniz. Bu cihazlara mikrofon adını
veriyoruz; gezegendeki milyarlarca radyonun her biri ise bir zamanlar yeniden
yakalanması olanaksız olduğu düşünülen tüy çuvallarını gururla sunuyor bizlere.
Alberts müziği kayıt cihazından dinlettiğinde, Batı Afrikalı yerlilerden biri, tanık
olduklarını “müthiş bir sihir” olarak betimlemişti.
Aynı şey düşünceler için de geçerlidir. Düşünce tam olarak nedir? Ağırlığı yok
gibidir; gelip geçici ve tanımsız olduğu hissini verir. Bir düşüncenin şekli,
kokusu olduğunu söyleyemediğiniz gibi, onu fiziksel olarak da zapt
edemezsiniz. Düşünce de bir tür müthiş sihir gibidir.
Ama tıpkı sesler gibi düşünceler de fiziksel bir temele oturur. Beyinde
gerçekleşen değişimlerin düşüncelerimizi de değiştirebilmesinden biliriz bunu.
Derin uyku sırasında düşünce de yoktur. Beyin rüya uykusuna geçiş yaptığında
davetsiz ve tuhaf düşünceler kendini gösterir. Gün içindeyse insanların alkol,
uyuşturucu, sigara, kahve ya da bedensel egzersizler aracılığıyla beynin
kimyasal karışımlarını hevesle değişime uğrattığı bildik, kabullenilmiş
düşünceler baskındır. Sonuçta fiziksel malzemenin durumu, düşüncenin de
durumunu belirleyen etkendir.
Bu fiziksel malzeme, normal düşünme sürecinin devamı için olmazsa olmaz
konumundadır. Serçe parmağınız kazara zarar görecek olsa, biraz keyfiniz kaçar
belki ama bilinç durumunuz her zamankinden farksızdır. Aksine, aynı
boyutlardaki bir beyin dokusu parçasının hasara uğraması müziği anlama,
hayvanları adlandırma, renkleri görme, riskleri değerlendirme, karar verme,
vücut içinden gelen sinyalleri okuma, ayna kavramını anlama kapasitenizi etkiler
ya da altta işleyen mekanizmanın gizemli ve örtülü işleyişini gözler önüne seren
yüzlerce başka tuhaf kusur ortaya çıkarır. Umutlarımız, düşlerimiz, büyük
hedeflerimiz, korkularımız, gülünç güdülerimiz, yüce fikirlerimiz, fetişlerimiz,
mizah anlayışımız ve arzularımızın tümü bu tuhaf organın çıktılarıdır; beyin
değiştiğinde biz de değişiriz. Bu nedenle düşüncelerin fiziksel temeli olmadığı,
rüzgârda uçuşan tüylerden pek de farklı sayılamayacakları sezgisine kapılmak
kolay olsa da, düşünceler aslında bu esrarengiz, bir buçuk kiloluk görev kontrol
merkezinin bütünlüğüne doğrudan bağımlıdır.
Kendi devrelerimiz üzerine çalışırken öğrendiğimiz ilk şey, basit bir derstir:
Yaptıklarımızın, düşündüklerimizin, hissettiklerimizin çoğu bilincimizin
kontrolü dışındadır. Geniş nöron ormanlarından her biri kendi programınıkendisi yürütür. Bilinçli durumdaki siz, yani sabah uyandığınızda sizinle birlikte
uyanan ben, beyninizde olup bitenlerin dışarı sızan en küçük parçasıdır aslında.
İçsel yaşamımızın varlığı için beynin işleyişine bağımlı olduğumuz halde, beyin
kendi gösterisine kendisi karar verir; yürüttüğü etkinliklerin çoğu da bilinçli
zihnin güvenlik yetki alanı dışında çalışmaktadır. Sözünü ettiğimiz ben’in bu
bölgeye giriş hakkı yoktur bile.
Bilinciniz, koca bir transatlantik buhar gemisinde yolculuk yapan ama kıyıda
köşede kalmış bir kaçak yolcudan farksızdır; yolculuktan nasiplenmiştir ama
derinlerde işlemekte olan o heybetli mühendislik gözüne görünmez bile. Bu
kitap, işte bu şaşılası olguyla ilgilidir: Bu işleyişi nasıl bilebildiğimiz, taşıdığı
anlam ve aklınıza gelebilecek her şey –insanlar, pazarlar, gizler, striptizciler,
emeklilik hesapları, suçlular, sanatçılar, Odysseia, sarhoşlar, inme vakaları,
kumarbazlar, sporcular, tazılar, ırkçılar, aşıklar ve kendinize ait olduğunu öne
sürebileceğiniz bütün kararlarınız– üzerine getirdiği açıklamaları içerir.
3комментария
Чтобы оставить комментарий, необходимо на сайте.