Sinan Yağmur – Aşkın Gözyaşları #2 Hz. Mevlana
Aşıkların gönüllerinin yanışıyla gözyaşları akmasaydı, dünyada su da olmazdı, ateş de… Gözyaşı kadar ılık olsun sözlerim. Gözyaşı kadar yanık… Gözyaşı kadar berrak. Aksın gözyaşlarınız! Fırat kadar hoyrat, Nil kadar pak… Yoksa ağlayışınıza bir sebep, söyleyin kuruyan damarlarınıza Mevlâna adına Şems için çağlasın. Gözyaşı rahmettir, rağbettir, sadakattir. Gelin gözyaşlarında tutuşsun yetim yüreklerimiz. Mevlâna’nın bizlere getirdiği ses, her türlü mantıki dağınıklığın ötesinde bir başka âleme açılma, bir perde kaldırma, İlâhî aşkın sarhoşluğudur. Mevlâna, yandığı ateşlerin yalımlarını yazıya dökerek gönüllerimizi yakandır. Nâr olmadan nûr olunamazdı. Ateşleri yuttu, sustu. Ateşleri üfledi, sustu. Ateşleri avuç avuç taşıdı, ” Ben yandım siz yanmayın” diyerek bizleri nur beldelerine çağırdı harf harf kelime kelime. Naz uykusundan Nur Mesnevi’sine uyandırdı. Mevlâna, bizden başkası mıdır? İşi nedir? Niye geldi sanıyorsunuz? Yakmak, alevlemek, ağlamak, erimek, konuşmamak, durmak, yok olmak, körler meclisini kendi ateşi ile aydınlatmak, gözyaşları ve yakıcı alevler yağmuru altında varlığının derinliklerinden cahillerin yüzüne bir tebessüm kondurmak, kalabalık yığınların arasında yalnız kalmak, her meclisin ışığı olmak ama hiç kimseye alışamamak; gözyaşı tırnağı ile varlığını tırmalamak, damla damla erimek… Mevlâna’nın ruhu, İslâm’dan gelen, Tevhid ikliminden, vahiy deryasından beslenmiş bir ruh olduğundan, kederi değil sevinci ve ümidi anlatması çok tabiidir. Mevlâna’nın herhangi bir eserini okumaya başlayan kişi; muhtaç olanın kendisi, verici ve sunucu olanın ise Mevlâna olduğunun farkında olmalıdır. Mevlâna’yı Kur’an’ın şerefli bir kölesi, Hz.
Muhammed’in ayağının bir tozu olabilme heyecanında bir âşık olarak okumayanlar, egoizm ve kendini beğenmişlikle okuyanlar, hakiki alemden vazgeçsinler hayali aleme bağlansınlar daha iyi. Sekiz yüzyıl önce doğmuş bir büyük şahsiyetin aile hayatına burun sokmaktan hoşlananlar da Mevlâna’dan uzaklaşıp onu rahat bıraksınlar. Mevlâna, mesnevinin başlarında “7u biman ey hemçü-yi tü pak nist” diyor.”Sen kal, ey temizlikte eşsiz olan.Şu halde aşkın sırrına sadakat için Mevlâna yeter. Mevlâna’yı okuyan ” Oğlu Alaeddin Çelebi ile arası nasıldı, Şems’i tanıdıktan sonra ailesini ihmal mi etti?” sorularına cevap aramamalı. Bunalımda boğulan ruhunu mutlu kılabilmek için teselliyi Mevlâna’nın ruhunda aramalı. Şu halde “Mevlâna bende yaşıyor.” diyen kişiler için, sözün renginin önemi yoktur. Kuru kuruya ” Mevlâna’yı seviyorum, anlıyorum” demek yetmez. Bir mânevi şahsiyeti bir dost görmek, ona sadece bakmakla olmaz. Onun ruhunu, iç âlemini görmek, aslının aslını görebilmektir. Henüz ruhlarını aydınlatmamış olan, gece gibi karanlık ruhlu insanlar, en az bir şafak vakti aydınlığı kadar iç âlemlerine aydınlık getirmemişlerse dostlarına sadece bakarlar, onları tam anlamıyla göremezler. İlâhi sevgiye ulaşmak isteyenler, önce ruhlarına aydınlık getirmelidir. Müjdeyi bize bizzat kendisi vermektedir:” Bu âlem, ne de olsa yalnızlık yeri değil, sohbet, dostluk ve eğlenme yeridir.
Fakat İlâhi güzellikten veya ondan haber getiren nurlu bir yüzden mahrum olursak hayatın tadı tuzu kalmaz. Aşk demek, çetin imtihanlardan geçmek, belayla karşılaşmaktır. Ben gönlümün ayağındaki bağı, zaten aşk peşinden koşsun diye çözdüğümden, hayat yolunda yürürken, gönlümü belâ durağında bırakıp yürüdüm. Bugün içime gelen bir ilham esintisi İlâhi güzelliğinden bir koku getirdi teşekkür olarak şuurumun akılla bağlarını çözerek, yüreğimi, şuurumu tamamen o aşk esintisine teslim ettim. Ey akan gözyaşı ömrümün varı olan sevgili, o bahçeme, o baharıma o seyrettiğim güzelliğe de ki: gecelerinden birinde gecelerimi anarsan benim edep noksanlıklarımı hiç düşünme, aldırma. ” En mahrem bir gecenin, en matemli anında akıyordu gözyaşları. Sırların habercileri hızına yetişemiyordu gözyaşlarının. Çok konuştuk, biraz da susalım. Susalım ve ağlaşalım. Mevlâna yalnızca Konya’nın değil, bütün bir Anadolu’nun, bütün îslâm diyarının sevgilisi, gönüller sultanı olmuştur. Ne ki bu sultana da bir gönül gerektir. Kendini seyredebileceği bir ayna; kesret içinde vahdeti, çok içinde Tek’i yakından seyredeceği; belki de kendi aynasını arıtabileceği, cilalayabileceği bir hakikat aynası… Dâimi arayışlar, keder buharıyla bulandırıyordu aynayı ve berraklığı üzüntü tozuyla yitirilmekteydi. Cilalanmazsa bir ayna güzelliği nasıl gösterebilsindi ki?. Garip bir yabancı kesmişti yolunu atının dizginine yapışarak. Sualler soruyor, cevaplar istiyordu ondan.
Hayır hayır, soru değildi bunlar derûnî fırtınaların salı verilmesiydi zirvelerden. Cevap cevap değildi belki ömürlük sırların kelimelerde köpürmesiydi. Aralarında öyle rûhânî bir enerji akışı vardı ki soran ne sorduğunu, cevabı veren de neyi cevapladığını bilmiyordu. Konuşanlar lisan değil kalp idi, konuşulanlar mesele değil ilham idi. Şekil, tarifini kaybetmiş bir tasvir olmuştu; renk özünü yitirmiş bir hayale dönmüştü. Hangisi avcıydı, hangisi av; hangisi avlayandı hangisi avlanan? İki denizin kavuşmasına benzetenler bu benzetmede haklıydılar. Aşk havuzunu kurutan Şems, onu gözyaşıyla doldurması gereken Mevlâna. Şehri harap edecek olan Şems, onu imar edecek olan Mevlâna… Derler ki Mevlâna yanmaya hazır bir kandil idi; Şems geldi, çerağı ile bu kandili tutuşturdu. Bu doğru, ama yanan kandil hem kendini hem çerağı yaktı, ortada ikisinden de eser kalmadı, yalnızca bir aşk çerağı parladı ardından. Öyle bir çerağ ki yüzyıllar boyunca yüz binlerce gönlü aydınlattı, yaktı, kavurdu. Onu sevenler pervaneler gibi çerağın etrafında döndüler, dönerken yandılar. Şairin dediği gibi: Döndükçe etekler yelpazelenir Döndükçe gönülde aşk tazelenir. Mevlâna’nın yolu hep bir aşk medeniyeti olarak yaşadı. “Aşk benden doğmadı, aşk beni doğurdu.” diyordu.
Aşk çocukları onun terbiyesinden geçerek yaşadı yüzyıllar boyunca. Ruhu şâd, sırrı kutsal olsun!. Prof. Dr. İskender PALA (Mevlâna) Ömrüm: Közlerden Öz Toplamak Mezarımın yanından geçen sarhoş olur. Mezarımın başında duransa sonsuza kadar sarhoş olur. Mezarımın sarhoşu denize dalsa, deniz sarhoş olur, taşar köpürür. Toprağa girse, mezar da sarhoş olur lahit de. Mevlâna içeri girer, mendili koklar eli titreyerek zarfı açar. İçinden sarı kâğıda yazılmış bir not çıkar: “Başımı kesip kör kuyuya atsalar. Şah damarımdan oluk oluk kanı akıtsalar. Dokuz yurda tenimi lime lime dağıtsalar. Yedi çakal sürüsü vücuduma saldırsalar. Kırmazdı acılar beni, yorardı belki teni. Özümsün; özümle ararım Mevlâna’m seni.
Yemin ederim ki ölümümün gözlerinin önünde olmasını isterdim. Gör ki aşk için ölmek ne demekmiş.” Mevlâna olduğu yere düşüp bayılmıştır. Gecedir. Gökkubbe ha düştü ha düşecektir. Mevlâna yatağın içerisinde doğrulur. Kurumuş bir dal gibi düşer yana kolları. Avucundaki mendile bakar, Şems’in kan izleri hala tazedir zümrüt yeşili mendilin ucunda. “Yusuf gibi kuyuya mı attılar seni, güneşi gökten koparıp hançerleyenler kim? Bu nasıl sır, adım atanın göğe yükseliyor feryadı. Bu nasıl bir gömlek, kim giyse gözlerine kan iniyor.” Kendine gelen Mevlana bir nara atar.” Allah’ım acılarımı örtme!” Acı bir ağlamaya tutulur. Ağlar. Ağlar. Gözyaşları ne sudur, ne inci.
Kerbela toprağıdır akan her gözyaşı. Yatağın içinde bağdaş kurarak oturan Mevlâna elini gözyaşlarından sırılsıklam olmuş sakalına dokundurur. Gözlerini tavandaki küçük bir deliğe çevirir, yolunu yitirmiş bir yolcunun mazideki hatıralarını yâd edercesine ömrünü seyreder zihninde. Cehennem Ateşini Gobi’den Tutuşturuyor Aşkın sırrı cehennemden korkmamak ve cenneti arzulamamaktır. Aşkın sırrı su yerine susuzluğu aramaktır. Aşkın sırrı Allah ’tan Allah ’a yakınlığı satın almaktır. Aşkın sırrı Rabb’imizin bize duyduğu sevgiden dolayı var olduğumuzu bilmektir. Aşkın sırrı hem âşık hem mâşuk olmaktır. Asya bozkırları toz-duman… Moğol atlılarının ilk hedefi Horasan’dır. Ülkeler huzursuz, şehirler çalkantılı, kabileler telaşta. Akıl-izan sahipleri ağır düşüncelerle yasta. Müslüman Asya’nın çocuğu Beih; her dinden, her mezhepten ve meşrepten insanıyla sancılı. Bir kulağı dedikodularla uğuldarken, bir kulağı nal seslerinde… Ucu bucağı kuş bakışı dahi gözükmeyen Gobi çölündeki sessizliği, keçi kılından yapılmış büyük çadırdaki Cengiz Han’ın sesi bozmuştu: -Bu densizliğin bedelini ödeteceğim. Elçilerimi ve tacirlerimi insafsızca doğrayan Otrar vâlisinin vücûdunu, gözlerinizin önünde lime lime etmezsem, Tibet dağları üzerime devrilsin. Çabuk, yazıcımı çağırın! Harzemşah sultanına son bir hak tanıyorum.
Mektubumu tez iletin. Belh’te ayrı bir telaş vardır. Sultan’ın eşi Türkân Hanım, Otrar vâlisi yeğeninin çirkin davranışını telafi etme tedirginliğinde. Derdi yeğeninin başını kurtarmak. Sultanı, ikna etmekte çaresiz. Umudunu danışmanlardan Fahrettin Râzi’ye bağlamış durumda. Sultanın sağında Fahrettin Râzi ve diğer danışmanlar, solunda dalkavuklar takımı… Destur istemeden konuşmaya başlar, her söz bir yangın, her kelime bir oktur kınından çıkmış. -Bunca sene ekmeğini yedim, suyunu içtim, içimdekilerini söylemeden gidemeyeceğim. -Ne gitmesi, ne söylemesi Bilge Bahaaddin? -Kıyamet yaklaşıyor, ateşten bir top üzerinize geliyor ve önüne ne çıkarsa yakacak, kül edecek. -Ne ateşi be adam? -Cengiz Han ateşi… Söze Fahrettin Râzi karışmak ister. 0 söze başlamadan Bahaaddin sesini yükselterek: – Râzi sen bu işe karışma, bu ilmi bir münazara değil, siyasi bir münakaşa. Sultanı yanlış telkinlerle yanılttınız. Dini biliyorum dersin, peki Otrar faciasının diyetini ödemek şeriatın emri değil mi? Suçsuz onlarca tüccarı katletmek, elçileri kılıçla doğrayıp biçmek, kitabın hangi ayetinde var? Türkan Sultan hanımın dudağına bakarak fetva verilmez! Nerede sizin vicdanınız? Mahkeme-i Kübrâ’yı, unutup işkembe-i kübrânızı şişirin sizler. Ben Sultan Muhammed’e karşı sorumluluğumu yerine getiriyorum. -Seni dinliyorum Baha Veled; diğerleri sussun! -Cengiz Han’ın derdi bu topraklar değildi.
O, dünyayı Gobi çölünden ibaret sanıyor. İşi gücü varsa yoksa Çinliler. Ticari ilişkiler içinde dostluk kurmak varken, valinin yaptığı densizlik için özür dilemeniz gerekmeden diyet ödeseniz daha iyi olurdu. Uyuyan yılanı uyandırmak akıi işi değil. – Ne yani, koskoca ben, çadır kuzusu bir Moğol’dan mı çekineceğim? -Sultan’ım mesele Cengiz Han değil, mesele Allah’ın gazabıdır. -Ne demek bu şimdi? -Dinin emrini çiğniyorsun. Masum tacirleri ve elçiye zeval olmaz prensibini çiğneyen valini korumak, Allah’ın adaletini ihlaldir. -Benim ordularım Moğoliarı süpürür. Ben güçlüyümL -Firavun ağzı ile konuşanları İlâhi ceza helak eder. Bu halkın suçu günahı ne? Onların başına, Cengiz Han’ı bela olarak getirmiş olacaksın. Şehirlerine, silahlı gücüne güvenme. Koskoca İskender de öyle yapmıştı. Ne oldu şimdi? -Bahaeddin Veled, geçmişteki hizmetlerin olmasa şimdi seni karşımda böyle konuşturmazdım. -Ben, müritlerim ve ailem yeni bir vatan edinmek için yoia çıkıyoruz. Hakkımız var ise helal hoş olsun…
Muhammed’in ayağının bir tozu olabilme heyecanında bir âşık olarak okumayanlar, egoizm ve kendini beğenmişlikle okuyanlar, hakiki alemden vazgeçsinler hayali aleme bağlansınlar daha iyi. Sekiz yüzyıl önce doğmuş bir büyük şahsiyetin aile hayatına burun sokmaktan hoşlananlar da Mevlâna’dan uzaklaşıp onu rahat bıraksınlar. Mevlâna, mesnevinin başlarında “7u biman ey hemçü-yi tü pak nist” diyor.”Sen kal, ey temizlikte eşsiz olan.Şu halde aşkın sırrına sadakat için Mevlâna yeter. Mevlâna’yı okuyan ” Oğlu Alaeddin Çelebi ile arası nasıldı, Şems’i tanıdıktan sonra ailesini ihmal mi etti?” sorularına cevap aramamalı. Bunalımda boğulan ruhunu mutlu kılabilmek için teselliyi Mevlâna’nın ruhunda aramalı. Şu halde “Mevlâna bende yaşıyor.” diyen kişiler için, sözün renginin önemi yoktur. Kuru kuruya ” Mevlâna’yı seviyorum, anlıyorum” demek yetmez. Bir mânevi şahsiyeti bir dost görmek, ona sadece bakmakla olmaz. Onun ruhunu, iç âlemini görmek, aslının aslını görebilmektir. Henüz ruhlarını aydınlatmamış olan, gece gibi karanlık ruhlu insanlar, en az bir şafak vakti aydınlığı kadar iç âlemlerine aydınlık getirmemişlerse dostlarına sadece bakarlar, onları tam anlamıyla göremezler. İlâhi sevgiye ulaşmak isteyenler, önce ruhlarına aydınlık getirmelidir. Müjdeyi bize bizzat kendisi vermektedir:” Bu âlem, ne de olsa yalnızlık yeri değil, sohbet, dostluk ve eğlenme yeridir.
Fakat İlâhi güzellikten veya ondan haber getiren nurlu bir yüzden mahrum olursak hayatın tadı tuzu kalmaz. Aşk demek, çetin imtihanlardan geçmek, belayla karşılaşmaktır. Ben gönlümün ayağındaki bağı, zaten aşk peşinden koşsun diye çözdüğümden, hayat yolunda yürürken, gönlümü belâ durağında bırakıp yürüdüm. Bugün içime gelen bir ilham esintisi İlâhi güzelliğinden bir koku getirdi teşekkür olarak şuurumun akılla bağlarını çözerek, yüreğimi, şuurumu tamamen o aşk esintisine teslim ettim. Ey akan gözyaşı ömrümün varı olan sevgili, o bahçeme, o baharıma o seyrettiğim güzelliğe de ki: gecelerinden birinde gecelerimi anarsan benim edep noksanlıklarımı hiç düşünme, aldırma. ” En mahrem bir gecenin, en matemli anında akıyordu gözyaşları. Sırların habercileri hızına yetişemiyordu gözyaşlarının. Çok konuştuk, biraz da susalım. Susalım ve ağlaşalım. Mevlâna yalnızca Konya’nın değil, bütün bir Anadolu’nun, bütün îslâm diyarının sevgilisi, gönüller sultanı olmuştur. Ne ki bu sultana da bir gönül gerektir. Kendini seyredebileceği bir ayna; kesret içinde vahdeti, çok içinde Tek’i yakından seyredeceği; belki de kendi aynasını arıtabileceği, cilalayabileceği bir hakikat aynası… Dâimi arayışlar, keder buharıyla bulandırıyordu aynayı ve berraklığı üzüntü tozuyla yitirilmekteydi. Cilalanmazsa bir ayna güzelliği nasıl gösterebilsindi ki?. Garip bir yabancı kesmişti yolunu atının dizginine yapışarak. Sualler soruyor, cevaplar istiyordu ondan.
Hayır hayır, soru değildi bunlar derûnî fırtınaların salı verilmesiydi zirvelerden. Cevap cevap değildi belki ömürlük sırların kelimelerde köpürmesiydi. Aralarında öyle rûhânî bir enerji akışı vardı ki soran ne sorduğunu, cevabı veren de neyi cevapladığını bilmiyordu. Konuşanlar lisan değil kalp idi, konuşulanlar mesele değil ilham idi. Şekil, tarifini kaybetmiş bir tasvir olmuştu; renk özünü yitirmiş bir hayale dönmüştü. Hangisi avcıydı, hangisi av; hangisi avlayandı hangisi avlanan? İki denizin kavuşmasına benzetenler bu benzetmede haklıydılar. Aşk havuzunu kurutan Şems, onu gözyaşıyla doldurması gereken Mevlâna. Şehri harap edecek olan Şems, onu imar edecek olan Mevlâna… Derler ki Mevlâna yanmaya hazır bir kandil idi; Şems geldi, çerağı ile bu kandili tutuşturdu. Bu doğru, ama yanan kandil hem kendini hem çerağı yaktı, ortada ikisinden de eser kalmadı, yalnızca bir aşk çerağı parladı ardından. Öyle bir çerağ ki yüzyıllar boyunca yüz binlerce gönlü aydınlattı, yaktı, kavurdu. Onu sevenler pervaneler gibi çerağın etrafında döndüler, dönerken yandılar. Şairin dediği gibi: Döndükçe etekler yelpazelenir Döndükçe gönülde aşk tazelenir. Mevlâna’nın yolu hep bir aşk medeniyeti olarak yaşadı. “Aşk benden doğmadı, aşk beni doğurdu.” diyordu.
Aşk çocukları onun terbiyesinden geçerek yaşadı yüzyıllar boyunca. Ruhu şâd, sırrı kutsal olsun!. Prof. Dr. İskender PALA (Mevlâna) Ömrüm: Közlerden Öz Toplamak Mezarımın yanından geçen sarhoş olur. Mezarımın başında duransa sonsuza kadar sarhoş olur. Mezarımın sarhoşu denize dalsa, deniz sarhoş olur, taşar köpürür. Toprağa girse, mezar da sarhoş olur lahit de. Mevlâna içeri girer, mendili koklar eli titreyerek zarfı açar. İçinden sarı kâğıda yazılmış bir not çıkar: “Başımı kesip kör kuyuya atsalar. Şah damarımdan oluk oluk kanı akıtsalar. Dokuz yurda tenimi lime lime dağıtsalar. Yedi çakal sürüsü vücuduma saldırsalar. Kırmazdı acılar beni, yorardı belki teni. Özümsün; özümle ararım Mevlâna’m seni.
Yemin ederim ki ölümümün gözlerinin önünde olmasını isterdim. Gör ki aşk için ölmek ne demekmiş.” Mevlâna olduğu yere düşüp bayılmıştır. Gecedir. Gökkubbe ha düştü ha düşecektir. Mevlâna yatağın içerisinde doğrulur. Kurumuş bir dal gibi düşer yana kolları. Avucundaki mendile bakar, Şems’in kan izleri hala tazedir zümrüt yeşili mendilin ucunda. “Yusuf gibi kuyuya mı attılar seni, güneşi gökten koparıp hançerleyenler kim? Bu nasıl sır, adım atanın göğe yükseliyor feryadı. Bu nasıl bir gömlek, kim giyse gözlerine kan iniyor.” Kendine gelen Mevlana bir nara atar.” Allah’ım acılarımı örtme!” Acı bir ağlamaya tutulur. Ağlar. Ağlar. Gözyaşları ne sudur, ne inci.
Kerbela toprağıdır akan her gözyaşı. Yatağın içinde bağdaş kurarak oturan Mevlâna elini gözyaşlarından sırılsıklam olmuş sakalına dokundurur. Gözlerini tavandaki küçük bir deliğe çevirir, yolunu yitirmiş bir yolcunun mazideki hatıralarını yâd edercesine ömrünü seyreder zihninde. Cehennem Ateşini Gobi’den Tutuşturuyor Aşkın sırrı cehennemden korkmamak ve cenneti arzulamamaktır. Aşkın sırrı su yerine susuzluğu aramaktır. Aşkın sırrı Allah ’tan Allah ’a yakınlığı satın almaktır. Aşkın sırrı Rabb’imizin bize duyduğu sevgiden dolayı var olduğumuzu bilmektir. Aşkın sırrı hem âşık hem mâşuk olmaktır. Asya bozkırları toz-duman… Moğol atlılarının ilk hedefi Horasan’dır. Ülkeler huzursuz, şehirler çalkantılı, kabileler telaşta. Akıl-izan sahipleri ağır düşüncelerle yasta. Müslüman Asya’nın çocuğu Beih; her dinden, her mezhepten ve meşrepten insanıyla sancılı. Bir kulağı dedikodularla uğuldarken, bir kulağı nal seslerinde… Ucu bucağı kuş bakışı dahi gözükmeyen Gobi çölündeki sessizliği, keçi kılından yapılmış büyük çadırdaki Cengiz Han’ın sesi bozmuştu: -Bu densizliğin bedelini ödeteceğim. Elçilerimi ve tacirlerimi insafsızca doğrayan Otrar vâlisinin vücûdunu, gözlerinizin önünde lime lime etmezsem, Tibet dağları üzerime devrilsin. Çabuk, yazıcımı çağırın! Harzemşah sultanına son bir hak tanıyorum.
Mektubumu tez iletin. Belh’te ayrı bir telaş vardır. Sultan’ın eşi Türkân Hanım, Otrar vâlisi yeğeninin çirkin davranışını telafi etme tedirginliğinde. Derdi yeğeninin başını kurtarmak. Sultanı, ikna etmekte çaresiz. Umudunu danışmanlardan Fahrettin Râzi’ye bağlamış durumda. Sultanın sağında Fahrettin Râzi ve diğer danışmanlar, solunda dalkavuklar takımı… Destur istemeden konuşmaya başlar, her söz bir yangın, her kelime bir oktur kınından çıkmış. -Bunca sene ekmeğini yedim, suyunu içtim, içimdekilerini söylemeden gidemeyeceğim. -Ne gitmesi, ne söylemesi Bilge Bahaaddin? -Kıyamet yaklaşıyor, ateşten bir top üzerinize geliyor ve önüne ne çıkarsa yakacak, kül edecek. -Ne ateşi be adam? -Cengiz Han ateşi… Söze Fahrettin Râzi karışmak ister. 0 söze başlamadan Bahaaddin sesini yükselterek: – Râzi sen bu işe karışma, bu ilmi bir münazara değil, siyasi bir münakaşa. Sultanı yanlış telkinlerle yanılttınız. Dini biliyorum dersin, peki Otrar faciasının diyetini ödemek şeriatın emri değil mi? Suçsuz onlarca tüccarı katletmek, elçileri kılıçla doğrayıp biçmek, kitabın hangi ayetinde var? Türkan Sultan hanımın dudağına bakarak fetva verilmez! Nerede sizin vicdanınız? Mahkeme-i Kübrâ’yı, unutup işkembe-i kübrânızı şişirin sizler. Ben Sultan Muhammed’e karşı sorumluluğumu yerine getiriyorum. -Seni dinliyorum Baha Veled; diğerleri sussun! -Cengiz Han’ın derdi bu topraklar değildi.
O, dünyayı Gobi çölünden ibaret sanıyor. İşi gücü varsa yoksa Çinliler. Ticari ilişkiler içinde dostluk kurmak varken, valinin yaptığı densizlik için özür dilemeniz gerekmeden diyet ödeseniz daha iyi olurdu. Uyuyan yılanı uyandırmak akıi işi değil. – Ne yani, koskoca ben, çadır kuzusu bir Moğol’dan mı çekineceğim? -Sultan’ım mesele Cengiz Han değil, mesele Allah’ın gazabıdır. -Ne demek bu şimdi? -Dinin emrini çiğniyorsun. Masum tacirleri ve elçiye zeval olmaz prensibini çiğneyen valini korumak, Allah’ın adaletini ihlaldir. -Benim ordularım Moğoliarı süpürür. Ben güçlüyümL -Firavun ağzı ile konuşanları İlâhi ceza helak eder. Bu halkın suçu günahı ne? Onların başına, Cengiz Han’ı bela olarak getirmiş olacaksın. Şehirlerine, silahlı gücüne güvenme. Koskoca İskender de öyle yapmıştı. Ne oldu şimdi? -Bahaeddin Veled, geçmişteki hizmetlerin olmasa şimdi seni karşımda böyle konuşturmazdım. -Ben, müritlerim ve ailem yeni bir vatan edinmek için yoia çıkıyoruz. Hakkımız var ise helal hoş olsun…
Комментариев нет
Чтобы оставить комментарий, необходимо на сайте.